Yılın hiçbir gününü boş bırakmayarak belirli bir aziz veya azizenin adına adanmış yortularla kutlayan Katolik Cemaati, Aralık‘ın 4‘ünü de madencilerin piri olan Santa Barbara‘ya tahsis etmiş. Uzun bir süreden beri, ülkemizin metropolleri ile belli başlı maden işletme merkezlerinde, Odamız‘ın organizasyonuyla kutlanan Dünya Madencilik Günü‘nün kökeni ve evveliyatı da anılan yortudan kaynaklanıyor. Bu geleneğin ülkemizde nasıl ve ne zaman benimsendiği konusu ise değişik yorumlara açık; örneğin, merhum ağabeyimiz A. Reşit Gencer‘in aktardığına göre," ... İlk Zonguldak‘taki mektep açıldığı vakit, gelen profesörlerin çoğu Belçika‘dan geldiği için, bu Hocalar Türkiye‘ye bu adeti sokmuşlar. ." ve ondan sonra 4 Aralık, Madencilik Günü olarak bizde de kutlanmaya başlamış. Rivayet muhtelif, ama kesin olan tek şey kökü oldukça dışarıda olan bir geleneğe sahip olmamız; zira, Osmanlı Arşivleri‘nin belgelediği gibi, yüzyıllar önce "Memaliki Şahane"nin arazisindeki çeşitli madenleri çıkartan ve işleyen "kürreci taifesi"nin büyük bir çoğunluğu Devletli Hünkar‘ın "reaya kulları" idi. Anadolu ve Rumeli‘nin tekmil reaya taifesi ise son derece dini bütün Ortodoks Ehli olarak, kendilerince de Mir addedilen Katolikler‘ in geleneklerine zerrece itibar etmezlerdi.
Öte yandan, Belçika‘lı profesörlerden çok daha önce, işçisi, şefporyonu ve patronları ile birlikte Hırvat Madencileri‘nin Zonguldak‘a ayak bastığı ve bu insanların, mezhep kavgalarını bugün hala sürdürecek kadar dini bütün Katolikler olduğu da keza dikkate alındığında, 4 Aralık kutlamalarının ülkemize Hırvatistan‘dan ithal edilmiş olması ihtimalinin pek zayıf olmadığı görülebilecektir. Nereden, nasıl ve ne zaman geldiği bir yana, ama St. Barbara‘nın kim olduğu ile niçin madencilerin piri olduğu yönündeki sorulara cevap aramaya çıktığımız zaman, Vatikan‘da yazılan resmi tarih ile yetinmek zorunda kalıyoruz.
Vaktiyle, Roma İmparatorluğu‘nun Bitinya Vilayeti‘nin merkezi olan Nicomedia‘da (yani, bugünkü İzmit‘te) yaşayan Dioscorius adında soylu ve varlıklı bir bürokratın Barbara adlı bir kızı varmış. O zamanlar yabancı, azınlık ve Roma sınırlarının dışında kalan herkes bu adla çağırıldığı için, bir kodamanın kızına niye bu adın verildiği de meçhul; diyelim ki Barbara adı İzmit‘te dönemin modasıymış. Bu kızın özel eğitimi için tutulan iki öğretmenin birisi — zamanın en illegal öğretisi olan Hıristiyanlık gibi kökü dışarıda aşırı cereyanlara kapılıp üşüttüğünden olsa gerek — aslında sanat, bilim ve klasik grekoromen ideolojisi-ni öğretmekle yükümlü olduğu güzel öğrencisini kafakola alarak vaftiz edivermiş.
Hala koruma altında olan 9. yüzyıl elyazması vakanüvis kayıtlarına göre, Barbara, uzun boylu esmer, parlak saçlı ve yeşil gözlü bir cihan afeti olduğundan, etrafında kendisine hayran kalmayan erkek bırakmamış. Bu duruma fena halde içerleyip sabrı taşan Dioscorius, kafasına göre bir kısmet çıkana kadar, kızını evlerinin yakınına inşa ettirdiği bir kuleye kapatmış. İyi aile terbiyesi alarak büyümüş Barbara, beybabasının sözünü ikiletmeyerek kendine zindan olacak kulenin yapımını merak ve tevekkül içinde izlemiş ve korkunç sırrını sadık hizmetçisinden başka herkesten saklamış. Babasının kuleyi ören duvarcı ustasına iki pencere açmasını buyurduğunu duyan Barbara‘nın bir üçüncüsünü de kendisi için açmaları yolundaki isteği yerine getirilmiş; gayet tabiidir ki cahil ve putperest baba Kutsal Üçlü kavramından bihabermiş.
Gel zaman, git zaman, kulenin inşaatı bitince- içine taşınan Barbara günlerini dua etmek, nefis körletmek ve tefekküre dalmak gibi etkinliklerle geçirmeye başlamış. Ne var ki, evin içinde iyiden iyiye aykırı birinin yaşadığını ve bunun da kendi öz-kızı olduğunu günün birinde, her nasılsa, öğrenen Dioscorius, "Hıristiyan bir kızım olacağına, olmaz olsun!" hesabıyla, korkunç bir öfkeye kapılarak, kızını kendi elleriyle öldürecek kadar zıvanadan çıkmış..
Öfkesi dindikten sonra kendine hakim olan zalim baba, fevri çıkışlar yerine, Barbara‘yı adli makamlara teslim etmenin, bürokratik itibarı ve haysiyeti açısından, daha pragmatik bir çözüm olacağına ve İmparator‘un sadık ve şerefli bir hizmetkarına da ancak böyle bir çözümün yaraşacağı kanısıyla, biçare Barbara‘yı Roma Hukukunun adaletine havale etmiş. Rivayete göre kendisi de Barbara‘nın aşıklarından biri olan yargıç Marcion, önce, kızın başını çelik elyafdan dokunma kumaşlarla sarmalarını askerlerine buyurmuşsa da kızın yüzünden akan kanları görünce, bu gaddarlığa daha fazla dayanamayıp bir hücreye kapattırmış. Ertesi gün Barbara‘nın bütün yaralarının kapandığını görünce, hain baba hiddet ve aşık yargıç da hayretler içinde kalmışlar; elbette ki gecenin bir vakti hücreyi ziyaret eden meleklerin yaptığı pansumandan bihabermişler. Bunun üzerine, dozunu da arttırarak, işkenceye devam kararı alınmış. Bunca yoğun zulüm karşısında isyan eden sadık hizmetçi de hidayete erince, her ikisine birden işkence tezgahının yolu gözükmüş.
İki gencin ayakları dibine bir ateş yakılmış; lakin, alevler kendiliğinden sönüvermiş. Bunun üzerine, kızları giysilerini soyup kırbaçlayarak sokak sokak gezdirmişler. Ancak, eziyeti izleyenler, Barbara‘nın yeniden giydirildiğini ve işkencelerden hiçbir iz kalmadığını hayretle gözlemişlerse de mucizelere mantıki bir açıklama getirememişler. Nihayet, kesin çözüm kararına varan yetkililer, idam ı n infazını da bizzat zalim baba Dioscorius‘a ihale etmişler. Ne var ki öz kızının başını vurmak üzere keskin kılıcını havaya kaldıran Dioscorius, anında gökten inen bir yıldırımla yanarak hel~k olmuş ve ardından küllerini bile bulamamışlar.
St. Barbara‘nın nasıl ve ne zaman öldüğü kesin olarak biIinmemekle birlikte, olayların, Maksimus Tracius (235-238) veya Maksimus Daia (308-313) adlı imparatorların hüküm sürdüğü dönemlerde geçtiği sanılmaktadır. Barbaristan illerine doğru yıllık izine çıkan Roma Ahlakı öylesine şukut etmiştir ki, bir imparatoru boğazlamaksızın bir diğerini tahta çıkarmanın imkanı kalmamıştır. Sonunda, Diocletianus‘un tahta çıkmasıyla birlikte anarşi son bulmuş ve bu hükümdar, seleflerinin akıbetine uğramamak için payitahtını İzmit‘e nakletmiştir. St. Barbara‘nın kalıntıları da 6. yüzyılda imparator Justinianus‘un talimatıyla İstanbul‘a taşınmış ve birkaç yüzyıl sonra Venedikliler tarafından "kalk gidelim" edilerek Torcello‘daki St. Giovanni kilisesinin bahçesine gömülmüştür.
Yukarıda özetlenen efsanenin Latin, Süryani ve Kıldani dillerinde yazılmış antik versiyonları da mevcut olup muhtelif dillere, özellikle Cermen dillerine, tercüme edilmiştir. Anılan versiyonlarda mekanlar değişmekte ve örneğin, St. Barbara, Toskanya, Roma ve hatta Antakya gibi antik şehirlerde de zuhur edebilmektedir; ancak hikayenin özü hep aynıdır. -
Böyle hünerleri olan bir azizeye, gayet tabiidir ki, sürekli hayati tehlikelere maruz olarak çalışan zenaat erbabının, öncelikle, sahip çıkması gerekmez miydi? Nitekim, aynen öyle oldu; yeraltının karanlık, nemli, gizemli ve binbir belalı dehlizlerinde çile doldurup duran ve meslekleri üzerinde temellendirdikleri mitler, fabllar ve safsatalar ile-cin, peri, arap, karakancalos, gnomus, vs. türden karanlık sakini muhtelif mahlükatın icadına öteden beri zaten teşne olan madenciler, ani ölümlere karşı muafiyet kesbedip şerbetlenen bu hatunun himmet ve şefaatine daha fazla kayıtsız kalamayarak onu kendilerine pir seçtiler. Daha sonra, aradan yüzyıllar geçti ve sadece madenciler değil, topçular, istihkamcılar, gemiciler, itfaiyeciler, vs. gibi sürekli tehlike altında yaşayan diğer meslek erbabı da St. Barbara‘yı kendilerinin piri olarak benimsediler.
St. Barbara‘nın görkemli bereketinin, denizlerin azgın dalgalarıyla boğuşurken, kendinden medet uman Hollanda‘lı gemiciler eliyle Avrupa Limanları‘na C81F bazında ithal edildiği ve oradan da Freiberg, Kuttenberg, Chemnitz ve Löben gibi Orta Avrupa‘daki madencilik merkez1erine ulaştırıldığı tahmin ediliyor: Miladi takvimin en eski yortusu olan St. Barbara günü, artık, Avrupa‘nın sadece ortasında değil, her yerinde ve ayrıca Katolik olmayan ülkelerde de kutlanıyor.
Andlar‘ın karlı doruklarında, kutup dairesinin buzlu tundralarında, ekvatorun balta girmemiş jangıllarında, uçsuz bucaksız çöllerde, sanayileşmiş ülkelerin is ve pustan kararmış metropollerinde ve dünyanın daha dört bir köşesinde tabiatı arzla kapışıp boğuşan madenciler, inançları uğruna ölüme kafa tutan gencecik bir kızcağızın çektiği eziyetleri vesile ederek, her 4 Aralık günü bir araya gelip geriye bıraktıkları bir yılın yorgunluğunu üzerlerinden atmaya çabalıyorlar.
KAYNAKLAR
1- A. Reşit Gencer: Yaşayan En Eski Maden Mühendisi İle Söyleşi, Teknokrat Dergisi, Nisan 1986
2- Ahmet Refik: Osmanlı Devrinde Türkiye Madenleri <967-1200), Enderun Yayınevi, 1989.
3- P. Lucio Condaio: En Samimi Dostlarımız, Vatikan‘ın İstanbul Başkonsolosluğu Yayınları, 1988